21 Mayıs 2015 Perşembe

NEPAL



                                                    13 NİSAN GECESİ

Biz iki yakın arkadaş, 13 / 29 Nisan tarihleri arasında NEPAL gezisine karar verdiğimizde gezimizin son beş günü başımıza neler geleceğini nasıl kestirebilirdik.
25 nisan günü 7.9 luk bir depremin 83 yıl sonra Katmandu'yu sallayacağını binlerce kişinin öleceğini, insanların evsiz kalacağını, yüzlerce yıllık tarihi Tapınakların harap olacağını nereden bilebilirdik...
Bu felakete tanık olmak ve hatta kıl payı sağ salim kurtulmuş olmak derin izler bırakıyor. Her şeyi en başından başlayarak yazmam gerek.

Bir açık hava müzesi olan Nepal, tarihi değerleri ile hala çok kıymetli ve görülmesi gereken bir ülke, güler yüzlü ve onurlu insanlarını tanımak için bile gitmeye değer.

sabah sabah şiş gözlerle sokaklarda...
13 Nisan gece 10.30 Uçak, Katmandu hava alanına indiğinde uzun yolculuğun yorgunluğu son haddindeydi. Abana, Kastamonu, İstanbul, Jharjah aktarmalı yolculuğun sonunda külüstür bir taksi ile 600 rupi'ye anlaşarak otelimizin yolunu tuttuk. İnternetten rezervasyon yaptığım otelin önüne geldiğimizde saat 11.30 olmuştu, lobideki gence adımızı söyleyince rezervasyona bakıp
 ''otel çok dolu bir geceliğine sizi geçici bir odaya yerleştiricam''  deyip bizi dar merdivenlerden beşinci kattaki odaya çıkarıyor. Rengi kahverengiye dönmüş çarşaflı, küçücük bir oda!  bütün moralimizi yerle yeksan ediyor, Benan'la göz göze geliyoruz, değiştireceği ve iyi dediği oda bunun bir üst modeli olsa ne olur!
Çantalarımızı koyup fırlıyoruz dışarı güya çevrede başka otel bakacağız karanlık dar sokaklarda elimde fener ile ilerlemeye çalışıyoruz. Elektirik kesintisi olmadığı halde fener de neyin nesi diye sormayın, çünkü, Hindisan'ta olduğu gibi burada da woltaj çok düşük o yüzden sokak ve caddelerde normal aydınlatma olduğu halde göz gözü görmüyor.
Nisan ayının ikinci haftası Nepal'lilerin yeni yılı. Kutlamaların devam ettiği karanlık sokaklar eğlenen insanlarla dolu, yanımızdan yüzlerini seçemediğimiz gölgeler şeklinde insanlar gülüşerek sarmaş dolaş geçiyorlar. Geldiğimiz yönü unutmamaya çalışarak yürüyoruz. Adı neon ışıkları ile yazılmış otel  Samsara'yı görünce umutla dalıyoruz içeri.
100 dolardan kapı açıyorlar,  Benan ses tonuna kibar ve anlamlı bir ifade katarak, ''boş müştemilat falan varsa o da olur '' diyor :)
Sokaklarda havai fişekler patlıyor, şarkı söyleyip öpüşen insanlar geçiyor sağımızdan solumuzdan, bize korku tüneli gibi gelen karalık sokaklarda insanlar yeni yılı kutluyor, o karanlık dar geçitlerde her şey sadece gölgelerden ibaret gibi geliyor.
Geri dönerken işaret olarak belirlediğimiz mabedi göremeyince endişeye kapılıyoruz bir de oteli kaybedersek yandık, ilerde o gece için asayişten sorumlu polisleri görünce seviniyorum bize geldiğimiz sokağı tarif eden polisin yüzüne doğrultuğum fener adamın gözlerini kamaştırıyor, ağzından çiğnemekte olduğu bir şeyi tükürüyor yere... muhtemelen bir tür uyuşturucu olmalı.
Yahu biz nereye geldik? Gerçeklik duygumu yitiriyorum

                                             1.GÜN THAMEL MEYDANI

Sabah ışıkları ve günaydın Katmandu... İki fincan masala çay ve omletten sonra, rengi kahverengiye dönmüş çarşaflar önemini yitiriyor. Güleryüzlü bir japon kızı yerel kıyafeti içinde sekerek bize servis yapıyor.
Otelimiz gözümüze güzel görünüyor...
Thamel meydanı bildiğiniz bizim İstiklal caddesi ile Kapalı çarşı karışımı bir yer tek eksik gelinlik ve çeyizlik mağazalarının olmayışı. Bir de çığırtkan satıcılar yok, o durum sanırım sadece Türklere özgü İran'da bile yoktu bu çığırtkanlar.
Spor malzemesi, takı ve mask satan dükkanlar ve başka ülkelerinin yemeklerini de bulabileceğiniz restoranlar caddeyi tamamlıyor. Binaların üst katlarında ise rock barlar kurulmuş akşam saat sekiz oldumu cadde boyunca her yerden dışarıya canlı müzik yayılıyor.
Çeşitli ülkelerden insanların yürüdüğü alışveriş yaptığı sokaklarda yerel halk eski motosikletleri kullandığı için hava çok kirli, bir çok yerli insan ameliyat ağızlığı kullanıyor. Hatta bu ağızlıkların piyasası bile oluşmuş her renk ve desenden çeşit çeşit satılıyor puantiliyesi bile var :)






Okuduğum bir çok yazıda Thamel meydanı, diye adlandırıldığı için benim gözümün önüne Taksim gibi bir yer gelirdi hep, oysa başka sokak ve caddelerle kesişen upuzun ve oldukça dar bir cadde düşünün işte Thamel burası. Caddeyi takip etmeye devam edersek turist sayısı azalıp yerel halka hitap eden dükkanlar başlıyor dişçisi, ayakkabıcısı, kumaşçısı, ayran satıcısı, ah ayran demişken aklıma geldi eğer giderseniz, zaten sonu Durbar meydanına açılan bu caddeden geçiyor olacaksınız ve sakın ola ki ayrancıyı atlamayın, hemen oracıkta içeceğiniz bademli ve üzümlü, tatlı ayranın lezzetini unutamayacaksınız. Bu arada biraz ötesinde hızmacı var benden söylemesi :)
İlk gün tesadüfen keşfettiğimiz Yangling restoran ise Thamel'in en sonunda.


Meşhur Momo


Turistlerle dolu olan ve şahane momo yapan Yangling restoran aslında bildiğimiz esnaf lokantası. Yerel halkın da çok rağbet ettiği restorana ilk günden abone olduk hem çok ucuza hem çok lezzetli yemekler yedik.
Momo adını verdikleri ünlü yemekleri aslında bizim mantı'nın başka versiyonu, her türlüsü var ben bufalo etli olanı tercih ederken, ( sırf memlekete dönünce ben bufalo eti yedim demek için yedim aslında etle aram yoktur)  Benan, sebzeli vejeteryan momo yedi iki kişi 460 rupi, suyu da ilave edersek 5 dolar diyelim. Bir de Thenthuk  çorbasını öneririm içinde her türlü sebzenin ve makarnanın olduğu çok lezzetli bir çorba ve everest birasını yazmadan geçmek olmaz acılığı olmayan yumuşak içimli bir bira.
İşte böyle ilk gün keşif günüydü yorgun argın ama mutlu otele döndük. İkinci gece, daha geniş büyük bir odaya geçmiştik üstelik 1 katta, daha ne olsun :)


         
                        2.GÜN  SWAYAMBHUATH TEMPLE- MAYMUN TAPINAĞI

 Adının  Prirana olduğunu öğrendiğimiz Japon güzel sonraki bütün sabahlarda olacağı gibi o sabahta, neşe içinde eteklerini toplayarak kahvaltımızı getiriyor, omletin yanında peynirli tost istiyoruz, iki adet kızarmış tost ekmeği geliyor, peki diyorum ya peynir?
''ahh çok üzgünüm'' diyor bi koşu gidip iki dilim kaşar peyniri ile geri geliyor bizi mutlu etmenin telaşıyla :)  gülüşüyoruz...  peki diyor Benan, bu peyniri ekmeğin arasına koyup bastırsanız... anlamadan bakıyor ''ama sen tost istedin, işte tost'' diyor :)

Otelin en güzel yanı, küçük çıkmaz bir sokağın girişinde ve bahçe içinde olması, o küçük sokak bana eski İstanbul mahallerini anımsatıyor. 
Eski bir bakkal dükkanı ile vitrini öğle olmadan tükenen, kruvasan dolu köhne bir pastane,  her daim orada oturan sokak sakinlerine  sabahları masala çay ve kruvasan, öğleden sonraları da bira satıyor. Yanlarındaki ulu ağacın altını da oyup kutsal mekan haline getirmişler orada da ibadetlerini yerine getiriyorlar ee daha ne olsun Tanrı Şiva memnun insanlar memnun...

Taksi ile tapınağın olduğu yüksek tepeye çıkıyoruz. Eğer kendinize güveniyorsanız 365 basamak ile tapınağa ulaşabilirsiniz, bu özveriden sonra Buda'nın gözünde daha makbul olacağınız kesin :) 




Swayambhuath, Buda'nın gözlerinin  tüm şehri gözetlediği sanısı veriyor.  Katmandu vadisine tepeden bakan bir yere kurulmuş içinde bir sürü dini kompleks barındıran kutsal bir alan, diğer bir adı maymun tapınağı.




Giderken elinizde yiyecek olmamasına dikkat edin çünkü maymunlar yiyeceği almak için üzerinize atlayabilir.



Önemli bir Budist tapınağı olan Swayambhuath M.Ö. 460 yılında Kral Mahedava tarafından yaptırılmış. İnsanlar meydandaki dev dua tekerleklerini döndürürken hem dua ediyor hem de tekerleklerin çevresinde taaf ediyorlar. Her yan farklı simgelerle donatılmış bu açık meydanda tütsüler, kokular, çan sesleri, yanan adak mumları, çiçekler, her yanı saran dua bayrakları, kadınların renklilikleri bana bir zaman tünelinin içinde olduğumu hissettiriyor.
Nepal bütün bu yerel dokusu ile bambaşka bir ülke. 







































Tanrılara adanan adak yemeği




                                       





Önemli bir not eklemem gerekir. Nepal halkı fotoğraf konusunda çok hoşgörülü fotoğraf çekmek için izin istediğimde önce poz verip sonra birlikte fotoğraf çektirmek istiyorlar. O yüzden fotoğrafları çekinmeden yayınlayabiliyorum.


                                       3.GÜN  BASANTAPUR DURBAR MEYDANI

Katmandu'daki 3.günümüz Thamel'in başında bulunan otelimizden çıkıp Durbar meydanına gitmek için cadde boyunca yürüyoruz, şenlikli al benili çeşit çeşit malın sergilendiği dükkanlar arasından geçmek çok zor kendimizi mağazalara dalmamak için zor tutuyoruz :)
Meydanın olduğu yere geldiğimizde başka bir görsel şölen karşılıyor bizi. Katmandu'nun binlerce yıllık tarihini gözler önüne seren büyüleyici tapınakların ve kral sarayının bulunduğu bir yer burası. Yine şu matrak duyguya kapılıyorum, böylesine  bir tarih ancak kitaplardan okunabilir günümüzde yaşamak mümkün olamaz, ne zamanki biz gidip görmeye karar veriyoruz bir el bütün tarihi dokuyu ilk günkü gibi yeniden canlandırıyor ve tıpkı bir film seti gibi hazırlıyor ve  biz gezmeye başlıyoruz...  ne masalsı bir düşünce değilmi :) ee Ayşegül çizgi romanları ile büyüdüm ben :)


Basantapur Durbar meydani için Lonely Planet'te dahi bulamayacağınız bilgiler vereyim size.



Nepal, geçmiş tarihlerde sadece Katmandu vadisi üzerine kurulmuş Krallıkla yönetilen bir devletmiş. Sonra Kralın üç oğlu olmuş. Oğullar büyüyünce hadi bakalım taht kavgaları başlamış. Nepal kralı akıllı adam, durumu barışçıl bir şekilde çözüp ülkeyi üç parçaya bölüvermiş ve ortaya Pasantapur (Katmandu) Phaktapur ve Patan adlı üç krallık çıkmış. Bana kalırsa Osmanlı işi daha kolay çözmüş  taht kavgasına neden olmadan boğdur oğlanları gitsin, ne uğraşıcan arkadaş...

Yaklaşık 250 yıl önce, Gorkha Kralı, Prithivi Narayan Shaha, Nepal'i birleştirmek için savaşlar vermeye başlıyor ve kazanıyor. Sonunda ortaya Başkenti Katmandu olan birleşik Nepal çıkıyor.
Katmandu, ''tek ağaçtan inşa edilmiş'' anlamına gelen  KASR'THAMANDAP kelimesinden gelmekteymiş.

Her yan tütsüler, buğular, kokular içinde Kırmızı sarilere bürünmüş, siyah uzun örgülü saçlarına kırmızı güller takmış, öğle ışıkları içindeki kadınlar neşe içinde gülüşüyorlar...Tanrıça Kumari'nin evinin avlusundayız, gözümüz pencerelerde, olur ya belki çocuk tanrıça Kumari, masal prensesi gibi sarayının penceresinden bize el sallar.



O heyecanla makinamı  herhangi birinin eline tutuşturup kare de yerimi alıyorum. 




Kumari Bahal'in  bildiğim hikayesi şöyle; geçmiş tarihte Hindistan'a giden Kral yanında genç ve güzel  Tanrıça Teleju' ile döner ve Tanrıça saraya bir güzel yerleşir. Kralın eşi bu durumdan rahatsızlık duyar  ''ben tanrıça manrıça anlamam'' deyip işi şirretliğe döker ;) bunun üzerinde tanrıça kendini bakire, küçük bir kız kılığına sokar ve mesele hallolur. İşte o gün bu gündür 4-5 yaşlarındaki küçük kız çocukları arasından, çeşitli ve son derece acımasız testlerden geçirilerek seçilen tanrıça ilk adet gününe kadar Kraliyet Kumarisi oluyor. Bluğ çağı demek Tanrıçalığının son bulması demek, yerini artık bir başka çocuğa bırakan Tanrıça normal yaşama geri dönüyor.

Yaşayan çocuk tanrıça Kumari Bahal'in evi

Meydan'da dikkatimizi çeken en önemli figürlerden biri KALA BHAİRAB oldu, Siyah Bhairab, Hindu tanrısı ŞİVA'nın en korkunç görüntüsüymüş. 6 kolu ve kafataslarından oluşmuş bir kemeri vardı. Ayakları altında ezdiği insan fiğürü cehaleti temsil ediyormuş. İnanışa göre Siyah Bhairab karşısında durup yalan söylemek ölüm getirirmiş, o yüzden geçmişte mahkemeler Bhairab'ın önünde yapılırmış, ölümü göze alan yalan söylesin bakalım ne oluyor... Depremden sonra bu ilgi çekici figürü yeniden gördük hiç hasar almamıştı.

Fotoğraf deprem sonrasında çekilmiştir, Benan'nın yüzündeki acı ondandır.
Pasantapur Durbar meydanı depremde ağır hasar alan yerlerden biri, ancak Tapınaklar, Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde yer almakta umuyorum ki hasar alan yerlerin bir an önce restorasyonu tamamlanır ve eski haline dönerler.



Çömlekçiler Meydanı, önlüklü Buda :)




Nereye kayboldu bu kız?


                                         4.GÜN PASHUPATİNATH TAPINAĞI

Taksi ile ölü yakma törenlerinin yapıldığı Pashupatinath' tapınağına'a gidiyoruz. En kutsal Hindu Tapınağı  sayılan bu yer Bagmati nehri'nin kenarına kurulmuş.
Bagmati nehrinin suları kutsal Ganga'ya ulaştığı varsayılıyor, ölüler nehrin kenarında yakılıp külleri nehre bırakılıyor.






Nehrin hemen kıyısında, ülkenin çeşitli yerlerinden buraya ölmeye gelmiş fakir yaşlıların yaşadığı, içinde görkemli tapınakların olduğu büyük avlulu eski bir bina var. İhtiyarların yaşadığı küçük odaların tamamı bu büyük avluya açılıyor, oturanlar, yatanlar, bir köşede saçlarını kazıtanlar, ve karanlık izbe bir yerde verilen doktorluk hizmeti... İnandıkları kutsal sonu beklemek için oradalar, o gün ne zaman gelir bilinmez.












Zengin olan kişiler de öldükleri zaman buraya getirilip dini ritüel'le yakılıyor ve az ötede kurulmuş büyük çadırda ailesi ölen yakını için yemek dağıtıyor.


Saduları'da unutmamak lazım hani şu turuncu kıyafetli uzun rasta saçlı dünya ile maddi ilişkisini
kesmiş, elinde çıkını, sefertası ve asasından başka bir şeyi olmayan yüzleri boyalı adamları.






Nehir boyunca yürüdük, ilerde bir binanın içinden dışarı yayılan yöresel müzik bizi kendine çekti.
Kapının önünde biriken kadınlı erkekli grup bizi içeri davet edince hayır diyecek göz var mı bizde, daha ne isteriz ki! daldık içeri. Birileri elimize yiyecek tutuşturuyorken başka bir kadın boynuma kolye biçiminde çiçeklerden hazırlanmış bir çelenk takıyor... Benan'ı kaybettim o nerede derken bir de baktım sahnede diğer insanlarla dans ediyor, ya arkadaş bu kız her gittiği ülkenin yerel dansını önceden çalışıyor olmalı öyle bir raks ediyor ki bir müddet sonra yerel halk ta ona ayak uydurmaya çalışıyor :)  artık oturmak istesek de bırakmadılar, sırasıyla bizimle karşılıklı dans ettiler biz bir yerden sonra kopup oyuna Ankara misket havası şeklinde devam ettiysekte epey beğeni toplamış olacağız ki bizi şarkıcıların olduğu bölüme çıkarıp elimize de mikrafonu verip, kendi dilimizde konuşmamızı istediler :)  Yöresel kıyafetli bu cana yakın insanları çok sevdik, ibadetleri bile düğün dernek gibi...
Abi ben de dinimin gereği böyle çalıp oynasam, bende dindar olurdum ne olacak ki :) :)









Mutlulukla evimize... ( otele yani) ha şimdi şikayet ettiğiniz kahverengimsi çarşaflı otel ne çabuk eviniz oldu diye sorabilirsiniz... evet sorun, biz de kendimize sorduk, cevap, otel personelini çok sevdik ve sonraki günlerde daha da seveceğiz...

Themel akşamları bizi bekliyor, büyük curcuna içinde artık ezbere bildiğimiz sokaklardan aşina olduğumuz dükkanların önünden geçiyoruz, önceki günlerde tanıştığımız ve pazarlık yaptığımız satıcılarla göz göze gelince Benan, uzaktan selam niyetine işaretle pazarlığa devam ediyor gülerek, ve adam aynı dostlukla kendi istediği parayı işaret ederek selamlıyor bizi.
Dünyanın neresinde olursak olalım dostlukla bakan insanlar mutluluk veriyor, birbirimizin dilinden anlamamız şart değil.


En çok hoşumuza giden Yangling'te momo yemek, oraya gitmek için Thameli boydan boya aşmak zorundayız hiç dert değil, ancak hep bir sonraki akşam için başka yere plan yapıyoruz örneğin OR2K ya da Katmandu'nun yerli halkı Newarilerin yöresel yemeklerini yapan YAK restoran programımızda var. TOM ve JERRY bar da bunların içinde ama gel gör, çok acıktığımızdan tanıdık ve bildik yer ağır basıyor ve yine diğer yerleri bir sonraki akşama erteliyoruz. Hele barları hiç sormayın! dönmeden bir akşam mutlaka gidicez ama şimdi çok yorgunuz çook... :)



                                                  5.GÜN  BHAKTAPUR




Katmandu'ya 12 km uzaklıktaki Bhaktapur'u gezeceğiz bu gün. Taksi ile pazarlık edip düşüyoruz yola. Taksicileri anlatmadan geçemem, pazarlık esnasında her türlü cıvıklığı yapmamıza rağmen yolculuk boyunca hiç biri asla sohbet etmeye çalışmadı. Biz de olsa taksici, turist kadının önce nereli olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, medeni halini, ülke hakkındaki düşüncelerini bıçkın bıçkın sorar adamı canından bezdirir. Aferin adamlara o kadar taksiye bindik bir kişi dahi dönüp bakmadı, çene çalmadı, biz yokmuşuz gibi davrandı.


Gelelim Bhaktapur'a her gördüğüm yer bir sonrakini unutturacak güzellikte.  Katmandu vadisinin 3 krallığından biri olan şehir Benan'ı ve beni çok etkiliyor, Tapınakların yapılış tarihi 15. yüzyıla dayanıyormuş, Tahta oymacılığı ile ünlü olan şehir çeşitli el sanatlarının sergilenip satıldığı dükkanlarla dolu. Burada da Durbar meydanı var PATAN şehrinde olduğu gibi, Durbar, sarayların tapınakların olduğu ve kralların yaşadığı şehir meydanına verilen admış.
Bu şehir bana çok mağrur geldi, depremden sonraki halini görmedim ama çok az etkilendiğini biliyorum. Umarım yüzyıllarca daha ayakta kalır.  
















Ansızın yağmur başlıyor meydanda, tarihi sarayın saçakları altına sığınıyoruz, önümüzden rahipler geçiyor, tapınaklar başka neden korur insanları aklım ermez ama o anda meydandaki insanları yağmurdan koruyor.









   

                       









 Arka sokaklarda, ama epey arka sokaklarda, geniş bir kaldırımda oturmuş, doğaçlama dini müzik yapan bir gruba denk geliyoruz. Turist'lerlerden uzak bu sokaklar binlerce yıl önceki yaşamı bir zaman tünelinden geçmişçesine tüm doğallığı ile gözler önüne seriyor.
Benan'ın önce karşı kaldırımda oturup ilgi ile izlediği müzik, sınırlarını zorluyor görüyorum ve biraz sonra dansı ile onlara eşlik etmeye başlıyor :)
Kimse,kimse ile ilgilenmiyor, biz de olsa büyük bir kalabalığın toplanmasına neden olacak bu durum kimsenin ilgisini bile çekmiyor, günlük yaşam öylece devam ediyor. Ben ve Benan için ütobik bir durum bu.






6. GÜN THAMEL'DE AVERE DOLAŞMACA...

                      İyiden iyiye Thamel'li olduk ''burada her şey bizden sorulur abi'' kıvamındayız, Benan başka turistlere yol bile tarif  eder oldu. Artık neyin nerede kaça satıldığını gayet iyi biliyoruz, pazarlık desen çatır çatır o biçim, satıcının bi yerden sonra bütün ayarları değişiyor bakışları anlamsızlaştığı an çıkıyoruz dükkandan işin sonu kötü, bari bi şey alsaydık diyor Benan '' Yazık adama...''






 Henüz alışverişte kolye, yüzük ve bileklikten öteye gidemedik, çünkü çok hesaplı bir gezi planı yapmıştık öyle ağzını açacak kesemiz de olmadığından aç ve açıkta kalmamak için dikkatli hareket ediyoruz. Bu arada gelmeden önce ' Zihnimin Kadrajı' adlı bir blog okumuştum yazarına minnettarım bütün gezi maliyetini kuruşu kuruşuna yazmıştı. Benim de bu gezi yazısını oluşturmaktaki amacım gezginlere maliyet konusunda ip uçları vermekti. İran da bunu yaptım ama Nepal'de yapamayacağım. Deprem yaşamış bir ülke için ''şöyle pazarlık yapın, yok böyle yaparsanız daha ucuza getirirsiniz'' diyemeyeceğim bunun etik olmadığını düşünüyorum, ama ucuz bir ülke olduğunu söyleyebilirim her sınıftan insana hitap edebiliyor. Çok parası olan da, az bir bütçe ile yola çıkan da rahatlıkla gezebilir. Bu arada dil konusuna açıklık getirmemde fayda var Benan derdini anlatacak kadar İngilizce biliyor ama bütün konuşmalarına ''ingilizce bilmiyorum''  diye başlıyor ki aslında iyi bir taktik, öyle olunca karşısındaki onu daha ilgili ve dikkatli dinliyor. Bana gelince durum nanay :) ama anlıyorum abi... nasıl olduğunu bilmiyorum ama konuşma içinde geçen üç beş kelimeyi çakınca işi sohbete bile bağlıyorum... valla.. ee Türk'üz biz :) :)



Gitmeden önce çok okumuş olmanın faydaları bunlar, her şeyi her yeri elimizle koymuş gibi buluyoruz. gittiğimiz yerler hakkında önceden bilgi sahibi olmak orayı daha tanıdık kılıyor.
Herkes bu tarz gezileri rahatlıkla yapabilir inanın hiç zor değil üstelik keşif heyecanı her şeye bedel.
Sırası gelmişken söyleyeyim 16 günlük gezi maliyetimiz uçak biletleri dahil kişi başı 3.milyar, bedava değil mi? Akdeniz sahillerinde 10 günde harcayacağınız para ile bir ülke keşfedin.
Yollarda olmak, farklı bir boyut getiriyor hayata, tatlar, kokular, renkler, dokunuşlar çok çeşitlilik her gün başka bir yer görmek, yeni şeyler öğrenmek beni çok mutlu ediyor.
Umarım yol arkadaşım Benan'la ömrümün sonuna kadar param oldukça gezerim.




















O gün Thamel'de boş boş dolaşıyoruz ee buna hakkımız var sizin de okuduğunuz gibi bir günümüz bile boş geçmedi planladığımız gezi süresi her yeri rahatlıkla gezmemizi sağlıyor.
Size şu anda adını maalesef unuttuğum bir restoranı önereceğim, yine Thamel'in sonlarına doğru diyebiliriz, ama öyle dersek caddenin sonunu ve başını daha bir açıklık kazandırarak yazmam lazım.
Başı olarak kabul ettiğimiz yer, bizim kaldığımız Yambu Otel ve diğer Samsara Otelin de bulunduğu, hemen arkasında büyük bir cadde ile kesişen yerdir.  Sonu dediğimiz kısımda Durbar meydanına devam eden bölüm, ama tam burada, YAK restoranın da bulunduğu kısımda cadde ikiye ayrılıyor siz eğer Durbar'a gitmiyorsanız sağa devam edin yol üzerinde TOM ve JERRY bar'ın hemen karşısında solda bahçe içinde bir restoran- cafe, göreceksiniz mutlaka burada soluklanın bir kahve için, yada öğle yemeği yiyin bir de soğuk buz gibi everest söyleyin...



56 yaşın  kırışıklıkları bunlar :) kimsenin kaşı benim kadar kırışamaz böyle gülünce
Dünyanın her yerinden insanın yemek yediği oturup sohbet ettiği bu harika yer son derece dinlendirici. Oradan çıkıp biraz daha devam ederseniz yol yeniden ikiye ayrılıyor, sol tarafa kıvrılınca hemen karşıda bizim meşhur momo'cu Yangling'i göreceksiniz. ( sağ ve solumu oldum olası karıştırırım ama bu yol tarifini yaparken düşünerek yazdım hiç merak etmeyin kaybolmassınız... ya acaba sağ dediğim sol muydu...  :) :)

Bu arada Türkiye'de iken İnternetten tanıştığım eski gezginlerden Osman Bülent Demirağ, aynı tarihlerde Nepal'e bir fotoğrafçı grubu getirmiş bizden önce Pokhara ve Chitwan turunu tamamlamış grupla birlikte  Katmandu'ya dönmüşlerdi. O gün otelde buluşup birlikte  kahve içtik. Günler sonra bir Türk'le karşılaşmak güzeldi.
Sonraki günlerde onlar programlarını tamamlayıp deprem felaketinden önce Türkiye'ye döndüler.

                                                           7. GÜN PATAN


Tapınakların tarihsel geçmişi yaklaşık 14. yüzyıla dayanıyormuş, Budizm'in bu önemli ve tarihi kenti, şehrin etrafında kurulmuş büyük Stupalar'la çevrili. Tapınakların mimarisindeki tahta oymacılığı beni şaşırtan erotik figürlerle dolu. Lingam'ı Hindistan'da iken öğrenmiştim ama bu kadar açık tasvirleri görmek bön bön bakmama neden oluyor, Benan kolumu çekiştiriyor '' şiiit Asoş, ayıp oluyor :) :)






Meydan çok kalabalık, o gün sonuna denk geldiğimiz bir bayramı kutluyorlar. Kaldırımlarda oturup insanları seyrediyoruz. İki yanında fil ve aslan heykelleri bulunan tapınağa çıkıp Benan'a gülümseyerek poz veriyorum. Üç beş gün sonra üst bölümü çökecek olan bu şahane yapı şimdi artık fotoğraf karelerinde kalıyor.
Toza dumana karışacak bir tarihin kıyısında olduğumuzu kim bilebilir? Mutlulukla geziyoruz tarihi
yapıların arasında.




Polisleri görüp halkın bir eylem içinde olduğunu sanmayın sakın , şimdi adını unuttuğum bir bayramı kutlamak için oradalar.






















Şehrin arka sokaklarına dalıyoruz, sokaklar arasındaki geçişler binaların girişlerinden yapılıyor yani bir binanın girişi gibi gözüken kapıdan içeri girdiğinizde başka bir sokağa çıkıyorsunuz, oradan başka binalarla çevrelenmiş bir başka avluya...bütün binaların altı başka başka sokaklara açılıyor.











Bir sokakta iki kadın kuyudan su çekiyor, izin istememe gerek kalmadan bana gülerek poz veriyorlar, burnu hızmalı, kulağında altın küpeler sıralanmış güzel kadınlar... dünyanın bir ucu burası... her şey öyle doğal ki, gündelik yaşamlarının bir ucuna uzaklardan gelip dokunuveriyorum ben onları fotoğraflamaya devam ederken onlar gündelik konuşmalarına geri dönüyorlar.



Minik dükkanların, mor yeşil, mavi renkte boyanmış kepenklerinin önünde fotoğraf çektiriyoruz, yanımızdan yöremizden geçen hiç bir erkek bizi rahatsız etmiyor, medeniyetin ölçüsünü tartıştığımızda bu önemli unsurlar öne çıkıyor.







o yoksulluk içinde çocuğunun başındaki olası böcekleri temizleyen annenin bakımlı ve ojeli tırnakları dikkatimi çekiyor, inanın tek örnek değil bu  kadınlar her koşulda süslenmeyi ihmal etmiyorlar.















O kadar açız ki yemek bittikten sonra fotoğraf çekmek aklıma geliyor o yüzden tabak boş :)

 Bu abiler de turistik Sadu, Dünyevi malın yasak edildiği Sadu felsefesi'ni kullanarak para kazanıyorlar. Turistten peşin aldıkları para ile poz veriyorlar. Adamları epey bir uğraştırdım, onlara doğrultuğum kamera otomatiğe bağlanmış gibi yüzlerine kapamalarına neden oluyor. Makinayı indiriyorum, rahat... doğrultuyorum bir daha..bir gülme geldi bana...


O akşam Thamel'de bir Çin lokantasına gidiyoruz ilk kez Çin yemekleri deneyeceğiz. Peki ne istesek? mönü de adını bile tellaffuz edemediğimiz yiyecek isimlerine boş boş bakıyoruz,  sonra Benan garsonu çağırıp, ''Hacı sen bize sizin yörelerin bildik yemeklerinden getiriver '' diyor.
Minik kaplarda içeriğini bilmediğimiz yemeklerin yanında, iki çubukla birlikte bir kase pilav geliyor.
Hep şaşardım Çinlilerin, nasıl olup ta o çubuklarla pilav yiyebildiklerine, çok kolaymış meğer, çünkü lapa olan pirince çubukları saplayınca zaten pilav çubuklara yapışıyor :)
Erken yatmalıyız çünkü yarın 4 günlük Pokhara gezimiz başlıyor...




        14. GÜN  KATMANDU'NUN ACI GÜNLERİ - DEPREMİN 2.GÜNÜ

Otelin bulunduğu sevimli sokak'ta insanlar hala oturuyor ama pastane ve bakkal artık kapalı.
Dua mumları yanmıyor, çan sesleri susmuş belli ki hiç kimsede tanrıları memnun edecek moral kalmamış. Bulunduğumuz yerin hemen arkasındaki caddenin ara sokağında bir otel çökmüş 25 turist ölmüş, hangi milletten olduğunu bilmediğim bir kız enkaz arasında arkadaşlarını arıyordu.
Kurtarma çalışmaları ilk günden başlasaydı kurtulan olurmuydu bilmem çünkü otel tamamen bir enkaz yığınına dönüşmüştü.



Bina hemen önündeki kutsal mekanın içine doğru kaymış enkazın arasından seçilen koruyucu aslan heykelinin ağzından dökülen sular ironik bir biçimde molozların üzerine akmaya devam ediyordu hiç bir şey olmamışçasına. Bunca Tanrı neden korumaz ki insanları ?


Çevrede bulunan bir çok otel kapısına kilit vurmuş, dükkanların tamamı kapanmıştı. Restoranlar ise döndüğümüz güne kadar biri hariç hiç açılmadı. İnternet çökmüş, haberleşme en alt sınıra inmişti.
Zaten ülke genelinde sağlam altyapısı olmayan elektirik, sık sık kesiliyor sular günde 1 saat akıyordu, dışarıda yiyecek bulmak pek mümkün değildi.
Biz bütün bu sorunları kaldığımız otel sayesinde daha az sıkıntı ile yaşadık. Aşçının olmamasına rağmen otelin yönetiminden sorumlu gençler mutfağa girip yemek pişirdiler ve hatta civardaki otellerde kalan insanlara dahi yemek çıkardılar. Onları unutmak mümkün değil :)


Günlerdir uykusuz olan bu genç çocuklar son derece başarılı bir şekilde yönettiler oteli.

O günün öğleden sonrası Lobide, otelde kalan bir kaç müşteri ile oturuyoruz. Yaşlı bir Alman,     Öküz bir Amerikalı! ( öküzlüğünü sonradan anlattığımda bana hak vereceksiniz ) oteli bir yıldır ev gibi kullanan Avuturalya'lı şen şakrak bir kadın ve onunla aynı odayı paylaşan genç bir Japon kadın.

Otelde kalan bir diğer bir grup Rus trekking'çilerdi onlar civardaki açık alana çadır kurmuşlar geceyi orada geçirip gündüzleri otele dönüyorlardı.
Respsiyona gelen telefonu o anda orada bir görevli olmadığı için ben cevaplamak zorunda kaldım, ancak ingilizcem, orada kimsenin olmadığını söylemekle sınırlı olduğu için karşıdaki adamın ne söylediğini anlamıyordum. Bu durum üç beş kez tekrarlandı adam vazgeçmiyordu bir türlü, eee yeter arkadaş deyip telefona Amerikalıyı çağırdım.
Meğer telefondaki kişi otelin Müdürü imiş o gece büyük bir deprem daha beklenildiği için bize oteli terk etmemiz gerektiğini söylüyor.
Peki nereye gideriz? diğer Rusların ve yerel halkın bulunduğu bahçeye mi? nereye?
Amerikalı bizimle aynı tarihlerde, ayın 29 da İstanbul'a uçacak, '' ben iki günü havaalanında geçiririm en güvenli yerler havaalanlarıdır siz de gelin'' diyor ve eşyalarını almak üzere odasına çıkıyor.
Biz de çantalarımızı alıp lobiye iniyoruz bir karar vermemiz lazım. Amerikalıyı bırakmamak iyi olur diye düşünüyorum adam izbandut gibi bize bişey olsa serçe parmağı ile kurtarır...
O anda bir telefon geliyor resepsiyona, Pokhara'daki arkadaşımız Raj Poudel bizi arıyor ve aynı şeyi o da söylüyor '' çıkın otelden '' iyi de nereye Raj ?... en yakın açık alana diyor '' havaalanına gitmeyin''

Amerikalıya'da bizimle gelmesini söylüyoruz olur diyor, arkasından otel borcu için seslenen resepsiyondaki çocuğa dönüp, ''param bitti'' diyor pişkin pişkin sırıtarak, normal zamanda olsaydı sorardım adama '' Dayı peki o zaman nasıl gidiyosun İstanbul'a'' diye. Zeten o da normal zamanda olsaydı böyle fırsatçılık yapamazdı. işte o yüzden adını öküz koydum.

Yakın sayılan açık alana gidiyoruz.
Bu arada diğer otelde kalanlarla birbirimizi kaybediyoruz ortalıkta,ne yaşlı mavi torbalı Alman amca ne de diğer iki kadın var.


Çok büyük olan bahçede turistler çadırlar kurmuş yerel halk ise büyük tentelerin altına sığınmış tıklım tıklım bir kalabalık ortasına düşüyoruz.
Girişe yakın ağaçların altında bir yer seçip,çantalardan giysi adına ne varsa çıkarıp, üst üste sererek yatak yapıyoruz. Ağaçların tehlikeli olacağını düşünerek kimse burayı seçmemiş. Uzanıyorum off belim... unutmuşum ağrısını... biraz sonra yanımızda hiç yiyecek olmadığını hatırlayıca,  Benan'a ben bir bakayım deyip çıkıyorum.
Otel istikametine doğru geri yürümeye başlıyorum biz gelirken açık olan bir iki bakkal dükkanında da tüm kraker ve bisküviler tükenmiş yiyecek hiç bir şey yok, iki adet elma suyu alıyorum.
Ortalıkta büyük bir sessizlik hakim, cadde tek tük geçen arabaların dışında bomboş.
Tam bizim otelin sokağına dönen yolda yaşlı Alman'ı görüyorum bizim otelin müdür yardımcısı genç adamla  konuşuyorlar, yanlarına gidiyorum belli ki adamcağız gidecek yer arıyor beni görünce yüzünde kocaman aydınlık bir gülümseme meydana geliyor gel benimle diyorum.
Otel görevlisi genç adam, otelin hep açık kalacağını sabah kahvaltı için otele dönmemizi söylüyor.
Çok duygulanıyorum sevgiyle sarılıyorum, umarım hiç birimize bir şey olmaz.
Bahçeye döndüğümde artık 4 kişiyiz ee birlikten kuvvet doğarmış, uzanıp gözlerimi kapatıyorum bir iki saat sona hava kararacak.

Gözlerimi adamın birinin İngilizce konuşması ile açıyorum, Benan ortalıkta yok. Başımızda durmuş elinde bira şişesi olan düzgün giyimli adam içinizde Amerikalı varmı?diye soruyor, bizim öküz yattığı yerden doğrulup evet diyor,  '' ben Amerikalıyım'' bunun üzerine adam onu, az ilerde olan Amerikan Konsolosluğuna çağırıyor yemek ve yatacak yer olduğunu söylüyor. ''paralımı parasızmı? diye soruyor bizimki, hayır diyor adam, noel baba gibi hoho hoho gülerek ''parasız tabi...''  adam, beni göstererek yeniden soruyor, bu senin kız arkadaşınmı ? ''hayır'' diyor öküz  ''tanımam kendisini''
O sırada adamın elinde bulunan telefona takılıyor gözüm, Keshab'ın mutlaka ulaşmamızı istediği, bize yardım edebilecek tek kişi olan, THY'de çalışan ve Tükiye'den gelen yardım ekiplerinin de koordinasyonunu sağlayan Mehmet bey'in bir türlü ulaşamadığımız numarasını uzatıp aramasını rica ediyorum. Hoho hoho deyip, elinde tuttuğu bira şişesini diğer eline geçirerek çeviriyor numarayı ama telefonda hep aynı ses... dıııt dıııt dııt...
Siz de gelin diyor belki bir şans doğabilir... NASIL YANİ...?  uzaktan Benan görünüyor çabuk çabuk gel diyorum noel baba bize de yardım edecek...
Şimdi diyor Amerikalıya ''bu senin kız arkadaşın, diğeri de onun kız kardeşi oldumu? ''
Türk kocalarınız varsa sakın söylemeyin diye tembih ediyor adam. ee tamam da bizim yaşlı Alman ne olacak? hoho hoho diye gülüyor adam yeniden ''o da amcanız olsun''  :) :)
Benan kolumdan çekiştiriyor '' bana bak ben kimseye yalan söyleyemem, ne diyor bu, ne yani biz şimdi mülteci mi olucaz ben kimseye boyun eğmem bak ona göre...''
''sus kızım'' diyorum geceyi sokakta geçirmektense biraz yalanın zararı olmaz...''

Hep birlikte toparlanıp çıkıyoruz yola yürüyüş mesafesindeki konsolosluğun önüne geldiğimizde biraz geride beklemememiz gerektiğini söyleyip diğer üçü giriyor içeri. Beklemeye başlıyoruz gelen giden yok az sonra Alman kapıdan çıkıyor bir taksi çeviriyor sonra el sallayarak uzaklaşıyor.
Kendi konsolosluğuna gittiğini düşünüyoruz. Bu arada aklınıza şu soru gelebilir ''peki ya Türk konsolosluğu nerede? siz de ona gidin''  Nepal'de Türk konsolosluğu yokmuş. Sözüm ona bir fahri konsolos varmış, onun da zaten kimseye hayrı olmazmış. Sonradan öğrendiğimize göre hiç bir Türk'ün derdine derman olmamış. Sayın Fahri konsolos sizin işinizi hiç iyi yapmadığınız düşünüyor herkes.

Kaldırımda 20 dakika'ya yakın bekledik gelen giden yok, hava kararmak üzere Benana gidelim buradan diyorum '' hayır diyor, adam bize söz verdi''  derken askerlerle korunan kapıdan biri çıkıp bize doğru geliyor. Yanımıza geldiğinde, ''burada iki Türk varmış siz misiniz?''  diyor evet diyoruz... aman Allahım Türkçe konuşan birisi... orada o çaresiz saatlerde... o kadar iyi geliyorki... Bizim Kastamonu'lu olduğumuzu öğrenince yüzüne aydınlık bir gülümseme yayılıyor '' biz Kastamonu'luları severiz'' diyor.
''İçerde Türk arkadaşlar var size yardım etmeye çalışıyorlar gelin kapının önünde bekleyin'' deyip bizi ikinci umut aşamasına yükseltiyor. :)
Onun bize bekleyin dediği yer askerlerin koruduğu dış kapının önü, içeri alınmak için sıra bekleyen diğer Amerikalıları atlatıp öne geçiyoruz, üstelik ikişer kişi için aralayıp kapattıkları kapıdan içeri bile giriyoruz...:) ve hatta pasaport ve arama bölümünden bile geçiyoruz ''yok artık'' demeyin vallahi son derece kendinden emin bir şekilde işlemlerimizi yaptırıyoruz, az kaldı geçiyoruz... derken, ''madam'' diyor bir ses lütfen böyle buyrun... buyrun dediği yere bakıyorum giriş kapısının yanındaki duvar dibi...arkadaş ben böyle talihin...

Derken sonradan tanışacağımız Tamer bey geliyor, bize asıl yardım etmeye çalışan oymuş.
Hakkımızda karar verecek olan Amerikalıyı beklerken sohbet ediyoruz. Onlar, Katmandu'da yaşayan
Türkler, kendi evleri de risk taşıdığından kulübüne üye oldukları konsoloslukta kalıyorlar.
Tamer bey sağ olsun o akşam elinden gelen tüm çabayı göstermesine rağmen, Amerikalı görevli hayır diyor ve cennetin kapısından geri çevriliyoruz.
Tamer bey, Fettullah Gülen okullarına gitmemizi öneriyor ve hatta telefon açıp yerin adresini alıyor Keshab'ta aynı şeyi önermişti başka bir Türk grubu onlara sığınmış.
Dışarı çıktığımızda bir durum değerlendirmesi yapıyoruz, Benan pek etik olmayacağını söylüyor siyasi anlamda ters düştüğün atıp tuttuğun bir kuruluşa gidip, bizi kurtar demek ağrımıza gidiyor.
Issız ve karanlık caddeden yürüyerek bahçeye geri dönüyoruz. Açlığımızı unuttuk ama çok yorgunuz ikimizde...

Karanlıkta eski ağacımızın altını bulduğumuzda bir sürpriz karşılıyor bizi otel komşumuz iki kadın oradalar.
Ah nasıl sevinmem rulo halindeki çamaşırlarımızı tekrar çimlerin üzerine serip yatıyoruz.
Hava buz gibi esiyor ne kadar nereye kadar dayanırız bilinmez ama o an dinlenmek istiyorum... Karanlıkta bir erkek bağırıyor, bulunduğumuz yerden uzaklaşmamızı açık alana çıkmamızı söylüyor ağaçlar tehlike yaratıyormuş.
Açık alan o kadar dolu ki insanlar içi içe... neyse biz dört kadın uygun bir yer seçip bir rulo'ya dönüşen yatağımızı seriyoruz... rüzgar giderek daha soğuk esiyor.
Yorgunluk öyle hat safhada'ki soguğa aldırmadan gözlerimi kapatıyorum. Ve biraz sonra yağmur başlıyor...evet yağmur başlıyor...bir bu eksikti, ne yapacağız? ilerde eski bir bina gözüküyor çözüm olabilir belki, diğer kadınlar güvenli olmadığını düşünerek bizimle gelmiyorlar.
Depremden hasar almış binanın geniş saçakları altına giriyoruz eh burası daha iyi rüzgarı da kesiyor,
derken büyük bir sarsıntı başlıyor, binanın içinde olan insanlar çığlık çığlığa açık alana doğru koşuyor.
Etraf sakinleşince elimde fenerle boşalan binanın içine girdim. Eski bir okul burası, oldukça hasar almış. Girişin biraz ötesinde 4 tane siyah meşin derili eski koltuk görüyorum  diğer üçünde üç kişi burunlarına kadar çektikleri örtülerin altında uyuyorlar, amaa birisi boş, kaçış için kapıya'da yakın mucize gibi, hemen girişte oturan Benan'ı çağırıyorum.
Çantalarımızı alıp yeni yerimize yerleşmeye çalışıyoruz, ama tek  koltuk sorun oluyor... yaa şimdi siz o koltuğu kim kapacak diye düşünüyorsunuz değil mi? sandığınız gibi değil işte, biz de işler farklı yürür, boşunamı 30 yıllık arkadaşız biz :)
Benan bana ''sen otur'' diyor ben ona hayır sen otur diyorum, peki diyor ''koltuk büyük birlikte oturalım'' pek gözüm kesmiyor ama koltuktaki derinlik fena değil, Önce ben oturuyorum sonra o, sığmayınca kalkmaya çabalerken iyice sıkışıyoruz, kolum altta kalıyor bağırıyorum, bir boğuşmadan sonra kalkmayı başarıp bu kez ikimiz bir ayakta koltuğa bakıyoruz, peki diyor Benan, ''ben oturayım sen benim kucağıma otur,'' saçmalama diyorum çocukmuyum ben...  sonra nöbetleşe oturma kararı alıyoruz, tam o sırada yandaki koltukta uyuyan adam yerinden homurdanarak kalkıyor...yaşasın artık iki koltuğumuz var...
Salonun elektirik olmayan kuytu köşelerinde tuvalet varmış ara sıra elinde fenerlerle insanlar önümüzden geçip karanlıkta gözen kayboluyorlar.
Uykuya dalıyorum yanımda kimin uyuduğunu bilmeden, biraz tedirgin, neredeyse bir saat aralıklarla artçı sarsıntılar meydana geliyor, her sarsıntıda dışarı kaçıyoruz.
Karşımızda yerde uyuyan genç kızlardan biri sarsıntı sonrası kaçarken ayağı takılıp düşüyor ve yaşadığı şoktan dolayı bir türlü toparlanıp ayağa kalkamadığı için gözleri yuvalarından fırlamış bir şekilde emekleyerek kaçmaya çalışıyor, benim sevgili, iyi yürekli arkadaşım kendi canını kurtarma telaşından vazgeçerek yerdeki kızı ayağa kaldırıyor.
Geri döndüğümüzde görüyorum ki ben uyurken yan koltuktaki komşum değişmiş yerine yaşlı bir Fransız gelmiş, o da bizimle birlikte yeniden koltuğa yerleşiyor, şimdi artık daha güvenli uyuyabilirim diye seviniyorum.

Sabahın ilk ışıkları ortalığı aydınlatmaya başladığında nihayet korku ile geçen dehşet bir gece geride kalmıştı, sonradan hatırladığımızda, anlatırken gülmekten gözümüzden yaş gelen ama o an için çok acı anılara sahip olduk, eğer olaylara komik tarafından bakamasaydık hayat cehenneme dönüşürdü.


Saat 6 ya geliyor, Benan ''hadi gidelim'' diyor aç, yorgun ve uykusuzuz. Bahçede insanlar ıslak battaniyelerin altında hala uyuyorlar, onların arasından geçerek çıkıyoruz...

Falaşlı Fotoğraf çekimi sayesinde bizde daha sonra uyuduğumuz yeri görebildik.

Sabahın saat altısında kapalı olacağını düşündüğümüz otelin önüne geldiğimizde bizim otel personeli çocukları, otelin önünde buluyoruz.
Kapılar sonuna kadar açık, birinin elinde dumanı tüten çorba kasesi var, gülerek bizi karşılıyorlar,
işte o an hayatımın en güzel anlarından biri olarak hafızama kazınıyor.
Mutluluk ufak şeylerde gizli, örneğin dumanı tüten bir çorba kasesi, yaşama umudu ile dolduruyor içimi.
Oteli yöneten genç adamlar, aşçısı olmayan mutfağa girip neşe içinde bize kahvaltı hazırlıyorlar.
Tost ekmeği ve süt yok, varsın olmasın sade çay ve omlet yeter artar.

                                                15 GÜN KATMANDU - DEPREMİN 3.GÜNÜ

Thamel boyunca olan dükkanların tamamı kapalı turistler bizim gibi boş boş dolaşıyor.
Dar sokaklardan, depremde hasar almış yıkık dökük binaların arasından geçerken korkmuyor değiliz, çünkü sarsıntılar aralıklarla devam ediyor.









Rişka'ya binip Durbar meydanına gidiyoruz. Dört beş gün önce aralarında gezdiğimiz fotoğraflarını çektiğimiz tapınaklardan bazısı artık yok olmuş. Bir tarihin kısmen yok oluşuna tanıklık etmek çok acı verici.
Felaketten kaçan insanların terlik ve ayakkabıları saçılmış sağa sola...
O gün acının fotoğrafını çekiyorum bir kaç kare. Benan ise o andan sonra makinasını bir daha açmamak üzere kapatıyor.



















O akşam yattıktan bir saat sonra gelen sarsıntı tedirgin ediyor ve iniyoruz lobiye, arkamızdan diğerleri geliyor ve en son elinden hiç bırakmadığı mavi torbası ile Alman amca görünüyor, onun öyle sakin ve gülerek gelişi herkeste kahkahalara neden oluyor.
Resepsiyondaki genç, tam o sırada çalan telefonu bize uzatırken Türkiye diyor, sizi arıyorlar...bir mucize daha...
Telefondaki ses,  Mujgan abla, Benan'nın gerçek benimse manevi ablam.
Müjgan abla içi rahat eder mi hiç sesimizi duymadan, heyecan ve özlemle iyi olduğumuzu bildiriyoruz. Onlardan gelen telefon bizi çok mutlu ediyor şımarıyoruz, öylece lobide pijamalar ve botlarla duruşumuz yeniden kahkahalara neden oluyor.

Odaya çıktığımızda Benan'la daha ciddi şeyler konuşuyoruz. O gece yaşanabilecek bir olay karşısında yapmamız gerekenleri planlıyoruz. Birimizden birimizin hayatını kaybetmesi durumunda ne olursa olsun diğerinin onu Ülkeye getirmesi gerektiği konusunda anlaşıyoruz. Benim çantamda taşıdığım telefonlarında yazılı olduğu not defterini ulaşabileceğimiz ortak noktaya koyuyoruz.
Benan pasaportları boynuna geçiriyor ben fenerin bağını koluma doluyorum ve sarsıntı esnasında iki yatağın arasını korunma noktası olarak seçip uykuya dalıyoruz.

              16. VE SON GÜNÜMÜZ  KATMANDU-  DEPREMİN 4.GÜNÜ

Gece sarsıntılara rağmen aralıklarla uyanıp sonra yeniden uyuduk hatta, Benan sonradan söylüyor ben birini duymayıp uyumaya devam etmişim.
Tehlike ile geçen bir geceyi daha geride bıraktık, yarın sabah ülkemize dönüyoruz bu çok büyük bir sevinç burada bir gecemiz kaldı, o son geceyi havaalanında bile geçirebilirdik ama o gün ortalık biraz sakinleşmiş görünüyordu.
Thamel'de dolaştık, içimiz canlarından bezdirdiğimiz hediyelik eşya satıcılarına yandı, oysa söz vermiştik onlara.
Sadece bir iki dükkan kepenklerini yarıya kadar açmıştı onun dışında hayalet bir şehirde dolaşıyor gibiydik.














Yaşadıklarımıza komik tarafından bakamasaydık eğer hayat tam bir cehenneme dönüşürdü



Benan bir Aslan'ı muayene ederken :)

Nihayet son gün, tek açılan yer hani şu başta bahsettiğim bahçe içindeki restoran oldu  o da sadece patates kızartması ve omlet vermeye başladı. Biz bahçeden içeri girdiğimiz de henüz açılan yer biraz sonra turistlerle tıklım tıklım dolmuştu.
Çok sevdiğim bu yere, eğer yolunuz düşerse bir gün mutlaka uğrayın Thamel çılgınlığı arasında sizi rahat ettirecek çiçekler içindeki bu bahçede huzur bulacaksınız.

                                      17. GÜN ÜLKEYE DÖNÜŞ

Sabah otelden çıkarken sarılarak vedalaşıyoruz personelle elimize bir poşet sıkıştırıyorlar bakıyorum ayrı ayrı sarılmış elma ve muz koymuşlar bize yolluk olarak. :)




Kısa mesafedeki havaalanı'na  geldiğimizde yeni başlayacak problemlerden habersizdik.
Air Arabia'nın gişesini bulup kuyrukta beklemeye başladık, derken saat geldi, geçti hiç bir görevli ortada yok herkes birbirine soruyor anlamaya çalışıyoruz ama hiç bir bilgi gelmiyor.



Bizimle aynı uçakta ve Sharjah aktarmalı olarak istanbul'a gelen Orwa ile tanışıyoruz o bir yerlerden kesin olmamakla birlikte bilgi almış ve uçağın gece kalkabileceğini söylüyor ve çocuk Türkçe konuşuyor yaşasın :) :) sırt çantasını bize emanet ederken ''ben biraz dolaşayım''  deyip gidiyor

Havaalanında beklediğimiz salon sanki kurulduğu günden bu yana hiç temizlenmemiş gibi, buna rağmen turistler, bizim  çantalarımızı koymaktan bile imtina ettiğimiz yerlerde sereserpe yatabiliyorlar. Tabi şimdi canınızı kurtardınız ya eleştirecek temizlik kaldı geriye diyebilirsiniz... ama ne yapalım öyle boş boş oturunca gözümüze çarpıyor. Tuvaletler oldukça hasar almış yerdeki bir delikten su fokurdayarak zemine yayılıyor, engelli tuvaletini keşfediyoruz  durum biraz daha iyi.
Tavandaki dev pervaneler aralıksız dönüyor, Benan'nın yavaş yavaş gücünün tükendiğini görüyorum, üşümeye başlıyor yanımızdaki montları başına sarıyoruz ama çare yok pervanelerin kaldırdığı toz
aldığımız soluk ile ciğerlerimize doluşuyor.



Havaalanının olumsuz koşullarına rağmen her şey ateş pahası, muz ve elmamız da tükenmiş açız. Cebimizde kalan para bu durumda hızla eriyebilir dert değil ama sonumuz belli değil, ah Sharjah ah bir sana ulaşabilsek bütün sıkıntılar geride kalacak... ( öylemi acaba! )

Bir kız koşarak yanımıza geliyor elindeki yiyecek dolu poşeti uzatırken ''biz gidiyoruz bu size kalsın diyor...'' ve koşarak uzaklaşıyor. Mucize diye buna derim 3 adet kruvasan 1 kavanoz fındık ezmesi ve koca bir paket dilimlenmiş buğday ekmeği o günkü kumanyamız tamam hemen gidip çay alıyorum.
Yolun açık olsun sevgili meleğimiz :)


Giriş kapısında bir hareketleme oluyor, önce askerler geliyor tek sıra halinde diziliyorlar, arkasından yabancı olduğu anlaşılan elinde telsiz tutan telaşlı adam, sürekli komut vererek giriyor içeri.
Ve sonra büyük bir düzen içinde Fransız vatandaşları pasaport kontrolüne dahi girmeden geçip gidiyorlar...

Benan hastalanmak üzere daha çok üşüyor kuytu köşeler arıyorum yok.. yok... pervaneler her şeye inat deli gibi dönüyor.
Bir iki saat sonra yeniden bir hareketleme başlıyor bu sefer Kanada'lı turistler geliyor kendi ülkeleri uçak göndermiş...

Bizmi? biz bekliyoruz... o ana kadar inanın devletimizden bir beklenti içine girmemiştim, ama Kanada ve Fransa'nın kendi vatandaşını nasıl koruduğunu gördükten sonra isyan ettim.
Devlet olmak demek sorumluluk gerektirir böyle bir afetin içinde nasıl olur da kendi vatandaşını sahipsiz bırakırsın? nasıl.. nasıl vicdanın izin verir... eyyy ağzı çok laf yapan politikacılar...
Öyle boş laflarla karın doymuyor, devlet dediğin vatandaşının canını korumalı tıpkı diğer ülkelerin yaptığı gibi. Umarım bizler  tarafından yine bize hizmet için seçildiklerini unutmazlar.
Ülkeye geldikten sonra arkadaşlarımdan duyuyorum THY'ye sığınan Türk vatandaşları bin dolarlık senet imzalatılarak alınmışlar uçağa...





O gün yaşadığımız sefilliği anlatmam mümkün değil. tam bir belirsizlik ve kaos içindeyiz. Hiç bir
Air Arabia yetkilisi çıkıp bir bilgi vermiyor. Sonunda gece yarısına doğru aynı uçağı beklediğimiz Nepal'li işçilerde bir koşturmaca başladı ve hiç bir şey yazmayan gişelerin önünde gidip kuyruk oluşturdular. Gidip baktığımda ucuş numarası yazan bir A4 kağıdı selobantla gişenin önüne yapıştırılmıştı. ohh sonunda Sarhjah'a gidiyoruz.
Çok tatlı insanlar Nepal'liler bizi kuyruğun başına aldılar sıkış sıkış bir ortamda dahi asla rahatsız edilmedik. Siz sanıyormusunuz ki bütün bunlar olurken gülmeyi unutuyoruz... tabiki hayır...

Orwa yok ortada sabahtan beri kayıp, çantası bizde mutlaka gelir herhalde, demeye kalmadan, kuyruğun en arkasına soluk soluğa gelip giriyor.

En sonun da artık Sharjah'tayız kurtuluş gibi gördüğümüz hava alanı iki günlük kabusa dönüşecek henüz hiç bir şey bitmemiş meğerse.
İner inmez ilk iş bilet gişesine gidiyoruz, Görevli tamam diyor saat 9 da gelin.
Gidip kahvaltı yapıyoruz  Benan'nın bademcikleri iyiden iyiye alarm veriyor ama yine de umutluyuz.
Sharjah havaalanı bildiğiniz derin dondurucu, havalandırmanın en az hissedildiği bir yer bulmaya çalışıyoruz ama pek mümkün değil.
Saat 9 da Benan yine gişeye gidiyor bu kez de saat 10 da gelmesini söylüyorlar. Saat 10 oluyor, yeniden gidiyor akşam 6 da bilet vereceklerini söylüyorlar, arkadaş bu işin içinde bir iş var neler oluyor? '' ver bana biletleri ''deyip kalkıyorum. Gişedeki adamın önüne eski uçuş kartlarımızı koyup ''yardım edin lütfen'' derken gözlerimden yaşlar sağanak gibi dökülüyor.
Benim ağlamama karşılık adamlar da bir hareketlilik başlıyor, sağa sola telefonlar açılıyor '' bir yandan da beni sakinleştirmeye çalışıyorlar ''tamam madam, tamam problem yok ''  ''siz alın şu kahvaltı fişlerini bir güzel kahvaltı yapın, sonra gelin biletlerinizi alın ''  diyorlar...amaaan rüyadamıyım neyim kocaman bir gülümseme ile teşekkür ediyorum, arkadaş ne göz yaşıymış :) :) geri dönerken önünden geçtiğim parfümeri'cinin aynasında gözlerimi kuruluyor bir de testır parfüm sıkıyorum kendime, sırtımı dikleştirip Benan'nın karşında durduğumda kahvaltı fişlerini göstererek ''yaaa işte budur, senin ingilizcen'de duygu eksik kızım'' diyorum :) o kadar açız ki iki saat arayla ikinci kahvaltımızı yapıyoruz...
Ve saat 1 de gidiyorum bilet yine yok bu sefer öğle yemeği fişleri veriyor, 6 da gel diyor... eh napalım çare yok, saatler geçmek bilmiyor. Sonunda saat 6 olduğunda tam donanımlı dikiliyorum adamın karşına, var ya bu kez çıngar çıkacak, çünkü 1 saat sonra artık pasaport kontrolüne girmemiz gerek.
''Buyrun madam'' diyor görevli biletlerimizi kibar kibar uzatarak...
Gidiyoruz yaşasın,  eve az kaldı dayan ne olur diyorum Benan'a gözleri çakmak çakmak bakıyor.
Pasaport kontrolünden geçerken kimseye yapmadıklarını bana yapıyorlar, allahın arabı beni 3. dünya ülkesi vatandaşı gibi didik didik arıyor, geri gönderip yeniden geçirtiyor, yine geri gönderip botlarımı çıkartıp yeniden geçirtiyor...umurumda değil dağları aşmışım derede mi boğulacağım.
Her şey tamam artık uçak kalkış salonundayız. Suriyeli Orwa ve genç hippi kız da geliyor, konuşup gülüşüyoruz, 10 dakika sonra uçak kalkacak.

Katmandu havaalanında tanıştığımız Orwa ile Benan, birazdan başımıza geleceklerden habersiz kameraya gülümsüyorlar

Adım Arap şivesi ile anons ediliyor, beni geri çağırıyorlar bir şey unuttuğumu sanıp koşuyorum ''bagajlarınızı kontrol etmeniz gerek'' diyor adam, nasıl yani...?  sonra Benan anons ediliyor ve  Orwa, derken hippi kız da geliyor Katmandu 4 lüsü tamam oluyor. Bizi bir görevli hiç bir açıklama yapmadan koşturarak yukardaki gişe'nin önünde getirip bırakıyor.
Ve gişedeki görevli gidemeyeceğimizi söylüyor, uçak doluymuş...

Benan ortalığı birbirine katıyor, o kibar masum kadın gidip yerine vahşi bir kaplan geliyor,
'' Ben Türküm bana bunu yapamassınız, hiç bir açıklama yapmadan beni uçağın kapısından nasıl geri çevirebilirsiniz ? buna ne hakkınız var'' derken sesi salonda çınlıyor...

Biz kendi önemimizin farkındayız ama devletimiz bizi dış dünyaya karşı önemsizleştirdiği için elimizden pek fazla bir şey gelmiyor. Arap ülkesinde olmamıza rağmen 3.sınıf dünya vatandaşı muamelesi görüyoruz.

Çıngar çıkarmayalım diye son dakikaya kadar bizi oyalamışlar. Madem uçakta yer yoktu neden bize bir açıklama yapmayıp uçağın kapısından çeviriyorsunuz ?
Bize uçakta yer ayırmamış olmaları bir hata sonucu olmuş olabilir bunu anlayabilirim ama bütün işlemlerin yapılıp uçağın kapısından geri döndürülüşümüzü anlamak mümkün değil.
Katmandu'dan uçuşumuz bir sonraki güne kaldığından ona paralel olarak İstanbul uçağında yer ayırmaları gerekir gerekir. Ancak Katmandu ile aralarında İnternet bağlantısının çöktüğünü söylüyorlar e tamam iyide aktarmalı yolcuların bilgileri zaten elinizde mevcut ve hepimiz toplam 4 kişiyiz, üstelik felaket bölgesinden gelen 4 kişi...
O gece bizi yerleştirdikleri otelde kalıyoruz, Türkiye'ye telefon hakkı veriyorlar Müjgan ablayı arayıp durumumuzu bildiriyorum.
Ertesi gün Benan hastalığa yenik düşüp ateşleniyor, zar zor kaldırıyorum tekrar bilet gişesine gidiyoruz görevliye ''arayın bizim konsolosluğu sizi şikayet edicam'' diyorum :) tabi çok korkuyorlar! :) :)
Benan, hasta olduğunu söylüyor, doktor istiyor ve bir görevli eşliğinde doktora gidiyorlar. Bir çanta ilaçla geri geliyor, o gün saat 6 ya kadar yatak döşek yatıyor.

                                              19.GÜN TÜRKİYE'YE DÖNÜŞ

Müjgan abla ve Sedat Sedat abi bizi havaalanında karşıladıklarında son 7 gündür yıkanmamış, doğru düzgün uyumamış, düzenli yemek yememiş bir haldeydik. Muhtemelen kokuyor olmalıydık. Marihuana'dan yapılmış bereler, saçlarımızın kirli görüntüsünü sakladığı için başımızdan hiç çıkmamıştı. İnsan her şeye alışıyor olmalı. Sedat abilerin evine geldiğimizde biz duruma çoktan uyum sağlamıştık. Müjgan abla,önce Benan'ı sokmaya çalışıyor banyo'ya
 ''banyo yapmak mı ? gecenin o saatinde mi? yaa ne gerek var ablacım buna... ''
Mujgan abla ile göz göze geliyoruz, ''bari sen gir'' diyor sözünü geçiremeyeceğinden endişeli,
 ''yazık o çarşaflara...'' ben dayanamayıp tamam diyorum, bunun üzerine Benan sırf önüme geçmiş olmak için  benden önce giriyor duşa. :) :)
Çaylar demleniyor, sabahın 4 düne kadar heyecanlı sohbet devam ediyor, bırakıp yatmak istemiyorum. Gözlerimi kaparken anne evindeymiş gibi kendimi rahat ve güvende hissediyorum.
3 gün kaldığımız o rahat temiz ev ortamında ancak kendimizi toparlıyoruz.

Müjgan Abla ve Müge ile birlikte 3.günün sonunda dinlenmiş ve iyileşmiş olarak gülümsüyor Benan, farkında olmadan poz verdiği ''çıkış'' yazısının önünde 

Benan'ın ve benim Nepal halkı ile ilgili endişe ve üzüntülerimiz hala devam ediyor, biz artık güvende ve rahatız ama sarsıntılar hala bu güzel ülkenin yakasını bırakmadı.
Dün yine Nepal'de 7.4 şiddetinde deprem yaşandı. Artık bitmesini tüm kalbimizle diliyoruz.

Bu Benan'la bizim hikayemiz sonu pek iyi bitmese de Nepal'i görmüş olmaktan çok mutluyuz.
Dünya çok renkli, umarım o renkliliğin peşinden gitmeye devam ederiz.

14.5. 2015 / ABANA

































































































                 
         











                 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder